“Yazmak Eylemi” hiçde kolay bir iş değil. Hele yazdıklarınızı ortalığa atmak, paylaşmak ve kimlerle paylaştığını bilmemek.
Sistemli düşünmeyi geliştiren ve kendini tanımaya çok yarayan bu eylemi samimiyetle tavsiye ederim.
Ayrıca bu işi “hakkını vererek” profesyonelce yapabilenleri de tebrik ederim.
Bu sayfada Türkiye’de bazı magazinlerde yayımlanmış benim kaleme aldığım “nacizane” yazılara ve benimle ilgili yazilmis bazi yazilara yer veriyorum.
Sürç-i Lisan ettiysek affola…
Hayattan ne öğrendim?
Hayattan ne öğrendiğimi anlatmak biraz zor. Bunu anlatmak büyük laflar söylemeyi gerektiriyor böyle fırsatlarda büyük laflar yazabilmeyi öğrenemedim bir türlü. Derin ve çok anlamlı gibi gözüken, anlayanlardan çok anlamayanların takdir ettiği sözler söylemeyi öğrenemedim. Söyleyenleri (anladığım kadarı ile) beğeni ile karşıladım. “Vay be işte böyle olmak lazım dedim kendime, ama gene de yapamadım. Çoğu zaman hayranlık ile baktım bu tip sözleri söyleyebilenlere. Sanki daha fazla biliyorlar gibi geldi hep.
Ama ben “samimi” olmayı iyi bilirim. Beni fazla tanımayanların düşündüğü gibi olmadığımı “aslında samimi bir adam” olduğumu anladım zamanla.
Bu yüzden “Hayattan öğrendiklerimi” sorguladığım zaman aklıma ilk gelenleri anlatacağım size samimiyetle.
Çocukluğum Ankara’da geçti. Orta gelirli bir memur ailesinin çocuğu olmama rağmen hem sanat ile içiçe ve hem de modern bir hayat görüşü içerisinde büyüdüm. Turgut Özal öncesi dönemde ilk gençliğimi ve çocukluğumu yaşadığım için halk ekmek ve yağ kuyruklarında saatlerce bekledim,
Gaz ve benzin sıralarına girmek için sabahın dördünde uyanıp kalktığımızı çok net hatırlarım. Sıcak su olmadığı için haftada bir yıkanılan günleri bilirim. Hepsi bir yana “terör” ün ne demek olduğunu bilirim. 80 öncesindeki o “korku” yu tadanlardanım.
Bunları da kızgınlık ile değil “neşe” içerisinde hatırlarım nedense. Elektrik kesintilerinden ve kömür sıkıntılarından dolayı kışları çok soğuk geçerdi Ankara’da, üstelik de hava kirliliğinin en çok olduğu yıllardı. Okulumuzun tatil olduğu Şubat ayında annemler ile birlikte teyzemleri ziyarete Adana’ya giderdik. Adana kış aylarında hem sıcak, hem de havası temiz olduğu için bize iyi gelirdi, Şimdi hatırlamıyorum kaç yıl gittiğimizi ama belki yedi sekiz yıl Şubat aylarını Adana’da geçirdim küçükken. O zamanlar daha kardeşim olmadığı için kuzenlerim ile birlikte zaman geçirmek hoşuma giderdi.
Benim için Adana’nın en önemli özelliği ve beni en çok heyecanlandıran tarafı Atilla Altıkat köprüsünün altındaki “Boşboşçular” idi. Adana İncirlik’teki Amerikan üstünde çalışan Türk işçiler, temizliğe giden kadınlar Amerikalı ailelerin çöplerini, kullanmak istemedikleri, attıkları ya da verdikleri eşyaları toplayıp bu boşboşçulara satarlardı. Boşboşçular da toparladıkları bu döküntüleri hergün sabahtan el arabaları ile satmaya köprünün atına gelirlerdi.
Adana’ya geldiğimiz ilk günden başlayarak hergün sabahları ilk işim buraya gitmek oldu. Satıcıların tezgahlarının içerisinde kırık GiJoe bebekler, Matchbox arabalar, basketball topları, Star Wars maketleri, bozuk dijital saatler, walkmanler arasında dolaşıp hepsini incelerdim. Tüm bu objeler bizim Ankara’daki hayatımızın tamamen dışında kimlikler taşıdıkları için benim çok ilgimi çekerlerdi. Bütün gün bunlara bakar ve hayal dünyasına dalardım.
Galiba en çok ilgimi çeken de bunların yeni değil kullanılmış olmaları idi. Kullanılmış olma durumu bu objelere ayrı bir kimlik eklerdi. Bunları kullananları ayrıca hayal ederdim. Üzerinde çizikler olan boğazlı Nike spor ayakkabıları, bir kısmı kullanılmış kol altı spreyleri, Üzerinde hiç bilmediğimiz takımların isimleri ve renkli amblemleri olan basketball tshirtleri ve daha nice detaylar. Bütün bunlar bana bizim yaşadığımızın tamamen dışında başka bir hayat olduğunu öğretti. Ve ben bu hayatı çok merak ettim. Bunu Amerikan hayranlığı gibi algılamayın lütfen. Bu yabancı ve uzak olanı merak etme duygusu idi. Annem hiçbir zaman bunları alıp eve getirmeme müsade etmediği için sadece bakardım bu parçalara. Yıllar sonra “Blade Runner” (Bıçaksırtı) filminde gördüğüm Sebastian’ın evi gibi bir durum vardı bu eşyalarda. Hepsinin kimlikleri vardı.
Tüm bu eşyalar bir yana beni en çok etkileyen şey kullanılmış dergilerdi şüphesiz. Para verip eve getirmeme müsade edilen tek şeyde onlardı zaten. Popular Mechanics, National Geographic, Penthouse, Sports Illustrated, Playboy, GQ, Architectural Digest ve Vanity Fair dergileri ile ilk defa orada tanıştım. Kısa sürede bunların arasından iki tane favori olanını seçip bulabildiğim bütün sayılarını toplamaya başladım. “Vanity Fair” ve “GQ”.
O yıllarda her iki derginin de neredeyse eksiksiz her yılki tüm sayılarını toparlamayı başardım. Kimisine iki hatta üç katı paralar ödemek uğruna bile de olsa bu dergiler tüm yıl boyunca Ankara’da her gün arkadaşım oldular benim.
Arada iki üç tane de “aşık” olduğum kızların içerisinde olduğu Penthouse dergisini burada saymadan edemiyeceğim şüphesiz. Onlar da benim az kahrımı çekmediler ilk gençlik yıllarımda. O uzun bacaklı Amerikan kızları, Ankara’daki yatağımda, döşeğin altından (gizlediğim yerden) çıkıp geceleri çok ziyaret ettiler beni.
Vanity Fair ve GQ’lar ise masamın üzerinde tüm sayıları ve her sene eklenen 12 yeni sayısıyla yerlerini ve önemlerini hiç kaybetmediler. Hergün okuldan gelip özenle baktım onlara. İçlerindeki parfüm reklamlarını kokladım. Kollarıma sürdüm bu kokuları. Görsel hafızamın gelişmesindeki en önemli yıllardır bunlar. İlanlarin sayfa düzenlerinden tutun da içerisindeki fotoğrafların ışığına kadar hazmettim bütün detayları. Yazı karakterleri ile Art Deco süslemeler ile buluştum. O yıllarda tanıştım Julian Schnabel‘in tabaklı resimleri ile. Francesco Clemente‘nin NYdaki sergisinin açılışında ben de vardım davetlilerin arasında. Hampton’larda Ralph Lauren kıyafetler giyip brunchlar yaptım. Şampanyalar içtim. Güzel kadınlar ile NY klüplerini dolaştım. Oscar partilerine katıldım. Annie Leibowitz‘in fotoğraflarını uzaktan tanımayı öğrendim. David Bowie, Herbie Hancock, Miles Davis, Prince ile tanıştım bu sayfalarda. Güzel kadınları neyin güzel yaptığını, yakışıklı durmak için ne giymek gerektiğini öğrendim. Calvin Klein ile fotoğraf çekimleri yapan modelleri gördüm. Clark Gable ile arkadaş oldum. Aspen’de kayağa gidilince nasıl davranılacağını öğrendim. Güzel yemekleri tadamadım ama masalarda oturdum. Los Angeles’te Sunset Bulvarında dolaştım.
Bu dergilerin içerisinde geçirdim tüm öğleden sonralarımı. Annemden azar işitme pahasına da olsa yatmadan önce bir dergi daha baktım hep.
İşin en güzel tarafı da kendi kendime söz verdim hayatta bunları yapacağıma dair. Galiba sözümde de durdum. Ama Atilla Altıkat köprüsünün altında yaşadığım heyecanı, ne New York’da ne de Los Angeles’ta bulamadım.