Hollywood’un gişe rekortmeni filmlerinin afişleri, reklam kampanyaları, şehir tanıtımları… Tamamının arkasında I Mean It Creative’in beyni Emrah Yücel’in yaratıcı zihni var. Emrah Yücel, başarının; şans ve tesadüf kavramlarından çok daha ötesi olduğunu kanıtlayan bir yaşam serüvenine sahip. ABD’de yaşayan Emrah Yücel ile zaman zaman şaşırtan, zaman zaman gülümseten daha da önemlisi ilham veren bir sohbete imza atıyoruz.
Aslen Ankaralı olan Emrah Yücel, 24 Mayıs 1968’de Diyarbakır’da doğuyor. Annesi Sezer Yücel, edebiyat; babası Hasan Yücel, resim öğretmeni. Annesi Sezer Yücel, dijital platformlarda da yaşatılmaya devam eden radyo tiyatrolarının birçoğunun senaryosunu da yazıyor. Babası Hasan Yücel, kazandığı bir burs sonrasında Londra’da BBC’de yönetmenlik eğitimi alıyor. Bu entelektüel anne, baba; Emrah Yücel’in yarınlarını kaçınılmaz biçimde şekillendiriyor. Emrah Yücel ne yaparsa yapsın, hangi mesleği seçerse seçsin başarılı olacağının sinyallerini çocukluğunda vermeye başlıyor. Bugün, ABD Los Angeles’ta eşi Simla, kızı Ada ve oğlu Dada ile yaşamına devam eden Emrah Yücel, kurucusu olduğu “I Mean It” markasıyla da üretmeye devam ediyor. Emrah Yücel ile hikayesinin başına dönerek başlıyoruz sohbetimize.
İnsanların sırlarının çocukluklarında yaşadıklarıyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Siz nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Sizlerle aynı fikirdeyim “Meyveler ağaçlardan uzaklara düşmez.” kim olduğunuz, nasıl büyüdüğünüz ile çok ilgili. Cumhuriyet ve sonrasındaki dönemin felsefesinin sonucu olarak ‘öğretmen okulları kuşağı’ diye tanımlanan bir ailenin çocuğuyum. Annem babam öğretmenlik misyonuyla hayatını yönlendirmiş insanlar. Edebiyat öğretmeni annemden aldığım okuma sevgisi, anlamak ve kendini ifade edebilmek konusunda gelişmemi sağladı. Babam ise resim öğretmeni olarak bir içeriğin görsel olarak nasıl ifade edileceği konusunda beni yetiştirdi. Babamın eğitim gördüğü ve sonrasında çalıştığı BBC Londra yıllarımız, hayatımda önemli izler bıraktı, beni çok derinden etkiledi.
O yıllarda yabancı bir ülkede bir çocuk olarak neler yaşadınız?
Annem ve babam o yıllarda -internet ya da cep telefonu olmadığından- kısıtlı İngilizcelerinin yardımı ile telefonda konuştukları, henüz yüz yüze tanışmadıkları BBC’den insanların önerisiyle beni Londra Shoreditch’de bir katolik okuluna kaydettirmişlerdi. zayıf İngilizcemin de etkisiyle çok sessiz ve sakin bir çocuk olarak ortama uyum sağlamaya çalışıyordum. Bir gün kızlardan oluşan bir çocuk grubu beni köşeye sıkıştırdı, bir sürü farklı söz söyleyerek bana güldü. Hiçbir şey anlamadığım için benim tek silahım gülümsemekti. Haftalar sonra erkek çocuklarının aralarına katılmasıyla bu grup genişledi. Benim söylenen hiçbir söze karşı çıkmamam onlarda fiziksel olarak da karşı çıkmayacağım hissini yarattığı için bu durum bir gün kavgayla sonuçlandı. katolik okulunun müdürünün önünde burnu kanayan ben ve diğer çocukların olduğu kare hâlâ gözümün önünde. Annemi, babamı çağırıp kültüre adapte olamadığım gerekçesiyle okuldan atıldığım söylendi. Dönem ortasında okul bulunamadı. Böylelikle evde kalıp, apartman dairemizi kiraladığımız Pakistanlı Mr. Lal’in yemek pişirmesinde ona yardımcı oluyor, onun dışındaki zamanlarda da siyah-beyaz Hollywood filmlerini zevkle izliyordum. Bir gece yarısı annemle babamın uyuduğumu zannederek beni babaannemin yanına Türkiye’ye göndermeyi planladığını duydum. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ertesi gün onlara kesinlikle dönmek istemediğimi, beni gönderirlerse kendimi öldüreceğimi söyledim. Birkaç günlük düşünme aralığından sonra babam çok ilginç bir fikirle geldi: “Emrah’ı müzeye bırakalım.”
Önce görsel tasarımcıyım. Bir dedektif gibi sabırla o problemi çözmek için gerekli olan kanıtları toplamaya çalışıyorum. Kendimi “katilin” yerine koyup onu motive eden sebepleri anlamaya çalışıyorum. Onun karanlık dünyasında ona içten içe hak verip süreci yönetmeye çalışıyorum.
Neden müze? Gerçekten ilginç bir fikir!
O yıllarda kalabalık müzelerde çok fazla kayıp çocuk olduğundan müze yönetimleri hem velilere hem de çocukların boyunlarına asılan bir numaralama sistemi geliştirmişlerdi. Böylelikle numarası eşleşmeyen herhangi bir çocuk kesinlikle müzeden dışarıya bırakılmıyordu. Bunu avantaja çevirmeyi akıl eden babam, beni sabahtan müzeye bırakıp öğleden sonra da alma fikri ile gelmişti. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca haftanın beş günü sabah 10’da açılan çeşitli müzelere babam tarafından bırakılıp öğleden sonra üç, dört civarında annem tarafından hangi müzedeysem oradan alınıyordum. Bu macera Londra’daki bütün müzeleri sırasıyla görmemi sağladı. Sanat eserleri ile geçirdiğim saatler bende inanılmaz izler bıraktı. resimlerin tarih, mitoloji, dinden kaynaklanan çıkış noktalarını, hikâyelerini anlamaya başladım. Birçok sanat akımını bu yolla içselleştirdim. Bu eğitimin görsel disiplinimin temel taşlarını oluşturduğunu görebiliyorum.
‘Pekçok şey gözüktüğü gibi değil’
Avatar, Fifty Shades of Grey gibi pek çok film projesinde çalıştınız. Amerikan Horror Story’den Sopranolar’a kadar pek çok dizi için işler yaptınız. Sizin için en özel sinema afişi çalışması olduğunu söylediğiniz “Frida” da var. Neden bu kadar özel “Frida”?
Uzun ve sıkıntılı bir yolculuğun sonucunda kurduğum şirketimde hiç beklemediğim bir anda bana verilen ilk büyük proje olması ve Hollywood reporter’dan ilk keyArt ödülünü almamı sağlaması Frida’yı benim için özel kılıyor olabilir. Pek çok insanın Frida’yı sevmesinin nedeni, onun hayatındaki acılar ile kendi hayatlarında yaşadıkları arasında eşlikler bulması. Belki ben de eşlikler buldum. İyi bir filme iyi bir afiş yapabilirsiniz.
İyi fotoğrafçı ve iyi aktörler iyi pozlar verir. Sizin yaptıklarınızı değerlendiren stüdyo yöneticilerinin vizyonu çerçevesinde ortaya bir iş çıkar. Yapılan yüzlerce işin arasından elenen 10-20 tanesi Massachusett’de bir alışveriş merkezini gezen ev kadınlarına gösterilir ve onların yorumları da sonucu belirler. Bunlar olurken siz o işi tasarlayan kişi olarak orada olamazsınız. Siz, stüdyonuzda 20-30 kişilik ekibinizle bu işi yaparken aynı iş için Los Angeles’ta üç ajansın daha çalıştığını sonradan öğrenirsiniz. Yani pek çok şey gözüktüğü gibi değil. Bu sektörde var olmak ve kendi işini yönetmek benim için hep bir gurur vesilesi oldu. Öte yandan bu işin Türkiye’deki yansıması, iç dinamiklerini bilmeyen insanlar tarafından abartıldı. Bu bende hep bir rahatsızlık yarattı.
Psikolojiye olan ilginiz, çalışmalarınızdan ve konuşmalarınızdan hayli belirgin. Özellikle Jung’un kolektif bilinçdışımızın ortaklığı arketiplere, yaratımlarınızda özel bir önem verdiğinizi söylüyorsunuz. Sanat ve psikolojinin iç içe olduğunu ilk ne zaman gördünüz ya da hissettiniz?
Ne zamandır duyduğum en güzel sorulardan bir tanesi sizlere bu ön çalışmanızdaki ciddiyetiniz için teşekkür ederim. Aslında Jung’un “arketip” merkezli yaklaşımı ile ilk karşılaşmam Hollywood projeleri ile oldu. Temel arketipler aslında film karakterleri. İyi bir senaryoda zaten bu arketipleri net olarak görebiliyorsunuz. İyi yazılmış bir karakterin nasıl davranacağı ve ne aksiyon alacağı o arketipte tanımlı zaten. Hollywood bunu rasyonel olarak çalışıyor ve oğuz Atay’ın dediği gibi “inceliyor”. Öte yandan o karakterler ile kendini özdeşleştirerek sinema bileti alan izleyici arketipini de biz inceliyoruz. 20 yılı aşkın bir süredir Hollywood sektöründe iş yapıyor olmanın getirdiği bir kas alışkanlığı bu. İster istemez her problemi bu çalışma alışkanlığı ile çözmeye başlıyorsunuz.
Bu bakış açısı sayesinde 1923’ten bu yana kolonya sektöründe var olan Eyüp Sabri Tuncer markası ile iki yıl önce çalışmaya başladık. İlk toplantılarda hemen, “Burada bir şahıs ismi olan bir marka var ama yüz yok” dedim. Aile albümlerinden dedenin fotoğrafları bulundu ve o fotoğraflardan yapılan illüstratif çalışma ile artık markanın bir yüzü var. 97 yıl boyunca kimse bu açıdan bakmamış bu markaya. Yüz ve bir “persona”nın temsili, halkın duygusal bağ kurması açısından en önemli araçtır. Şirketimizin strateji bölümünde çalışan ‘psikoloji’ kökenli arkadaşlarımızın da bizleri bu konuda akademik olarak yönlendirmelerini saygıyla anmam gerekiyor.
‘Sizinle konuşan bir eser bulmak’
Sanat koleksiyonunuz olduğunu biliyoruz. Koleksiyonunuzda hangi sanatçıların eserleri var?
Pek çok sanatçıdan eserlerim var. Ama flaş birkaç isim; Robert Rauschenberg, Francis Bacon, Lucian Freud, George Braque diyebilirim. Freud’un bendeki eseri bir baskı ama yağlıboyasını alabilecek noktaya gelebileceğimi pek zannetmiyorum. Paula Rego isterdim bir tane. Pek çok Türk sanatçı da var. Meşhur olmayan ama çok sevdiğim işler de var duvarlarımda. Sanat çok kişisel bir şey. Sizinle konuşan bir eser bulmak en önemlisi. Sadece sanatçının o esere yüklediği anlam değil, izleyicinin yani alıcının da yüklediği anlam önemli.
Son dönem yapay zeka kodlamalarından çıkan tablolar oldu. Sizce yapay zeka bir sanat eseri ortaya koyabilir mi?
Koysa bile beni ilgilendirmiyor. İnsanlar artık sanat eseri yapamıyor diye mi yapay zekânın sanat yapması ile ilgileniyoruz? Yapay zekânın sanat yapması benim için yapay zekanın seks yapması gibi. Kolay gelsin. Sanat eserlerinin illüzyonlar yaratması ve şaşırtmacalı oyunları olabilir ama bu illüzyon sayesinde aktardığı duygu insan çıkışlı olmalı. Bir sanat eserinin boyuttan bağımsız olarak ne dediğine bakmak lazım.
Gençlere, sizi örnek alanlara başarılı olmaları için ne önerirsiniz?
Sabırlı olun. Meraklı olun. Size önerilen ilk işe girin ve hemen çalışma dünyasına katılın.
Sizi sonradan size eklenen hasletlerinizden yoksun bıraksak… Baba, eş, tasarımcı, iş insanı olduğunuzu unuttunuz. Özünüzde kalan Emrah Yücel nasıl biridir?
Meraklı, hayal kurmayı seven, hiç büyümeyen, yaramaz bir çocuk.
* Emrah Yücel ile yaptığımız söyleşinin geniş halini www.ithafsanat.com adresli sitemizde bulabilirsiniz.